Annie Ernaux: Annemi doğurma sırası bende
Geçen yıl Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanan Fransız yazar Annie Ernaux’nun ‘Bir Kadın’ adlı öyküsü Yaşar Avunç’un çevirisiyle Can Yayınları’ndan çıktı. Yazarın mitik, kişisel ve toplumsal olanı annesinin odağına aldığı metin, tarihe not düşülen bir eserdir.
Kurmaca dünyasında ortak bir görüşle karşılaşırız: Bir yazar kendine söylememeli. Attilâ İlhan bu görüşünü “Çünkü yazarların ilk romanlarında kendilerini anlattıklarını biliyorum. Bu roman yazmak değil. Günlük tutmaktır” şeklinde özetliyor. Bu görüşe göre kurmaca bir metnin başarısı yazarın belirlediği aralıkla ölçülür. Bazı metinlerde ve bazen de bazı metinlerde pek çok biyografik örüntü varken bazılarında böyle bir örüntü yoktur. Başka bir bakış açısına gelecek olursak, Freud sanatçıyı bir tür psikopat olarak görmektedir. Ona göre sanatçı nevrozunu başarıyla nesneleştiren kişidir. Kurgusal metin ile yazar arasındaki ilişkiye dair elbette sayısız argüman var, hem bu hem de diğer görüşler. Tüm bunların yarattığı boğumlu müktesebatı bir an için aklımıza getirelim. Sıradan bir kadının, yeniden sıradan bir kadın olan annesini tamamen biyografik bir temayla anlattığı bir metin okuru cezbeder miydi? Okuyucunun ilgisini çekse bile literatüre girebilir mi? Ernaux’nun metniyle ilgili soruları çeşitlendirmek mümkündür. Ancak karşımızdaki anlatı tüm bu soruları alt üst edecek nitelikte çünkü ‘Bir Kadın’ tüm gücünü açık ve yalın yapısından alıyor. Öyle ki, Türkçede belirsiz sıfatıyla karşılaştığımız, başlığında bile belirsiz bir edat var. Başlıkta adı geçen hanımefendi, yazarın annesi olup, Alzheimer hastalığına yakalanmış ve evde bakılamaz hale gelince huzurevine kaldırılmış ve orada ölmüştür. Yazar bu ölümle birlikte geçmişinde dolaşır.
Anne taşralıdır. Taşralılığını kabullenmek istemiyor, diziler okuyor, moda dergilerini takip ediyor, dili doğru kullanmaya çalışıyor. Hayatını bir şekilde yoksulluğu ve taşralılığı telafi etmekle geçiriyor. Diğer adaylar arasında kendisine layık gördüğü işçi sınıfından bir adamla evlenir. Kafe-bakkal işleten çiftin işleri dönem kurallarına göre (Sanayileşme, İkinci Dünya Savaşı, 68 Hareketi) bazen iyi, bazen kötüdür. Kızı ise okuyarak öğretmen olur ve kendisi kadar eğitim görmüş varlıklı bir aileden gelen bir adamla evlenir. Evli çift artık şehirde yaşayarak küçük burjuva hayatı yaşıyor. Babasının ölümüyle yalnız kalan anne de onlara katılır. Kendisini entelektüel olarak kızı, damadı ve damadının ailesi ve hatta küçük yaşta Bach dinleyen torunları ile özdeşleştirmediği için elinden gelenin en iyisini yapmaya çalışarak kabul görmeye ve sevilmeye çalışır. evdeki fiziksel işi ve kendini bir hizmetçinin yerine koyarak. Veren, özverili bir kişidir. Daha sonra yine yalnız yaşıyor. Sonra kızı boşanır. Anne hastalanır. Kısacası anlatıdaki noktalar bunlardır. Ancak sıradan denilebilecek tüm bu konular arasında Ernaux’nun bir kaygısı vardır: O aslında mitik, bireysel ve toplumsal olanı tek potada eriterek bir tarihyazımı yaratmayı amaçlamaktadır. En basitin, en tanıdık olanın, en sıradan olanın tarihini yeniden yazıyor. Her tarih, ilkinin miti ile iç içe geçmiştir. Miti, insanların inanmak istediği veya inanmayı tercih ettiği kimlik olarak düşünürsek, anlatı pek çok mit içerir. Örneğin, ailedeki ortak özelliklerden yola çıkarak diğer mahalle sakinleri tarafından “D…ler” olarak anılmak. Öte yandan, toplumsallık olgusu olan sınıf çatışmasını görüyoruz. Kader denen şeyin aslında toplumsal dayatmaların toplamı olduğunu çoğu kez anlarız. Toplumsal ahlak kurumunun tabu olarak etiketlediği şey o kadar güçlü ki, özgür olmak, işaret edilmemek, insanların ağzına düşmemek arasında sıkışıp kalmış bireylerle karşılaşıyoruz. Cinsellik ise o kadar “utanç verici” bir konu olarak görülüyor ki, kız ilk kez regl olduğunda anne, nasıl kullanılacağını açıklamadan çekinerek ona ped veriyor. Eğitim hayatı da sosyallik etrafında şekillenir; Hem anne hem de baba on iki yaşında okulu bırakmak zorunda kaldı ve çalışmak zorunda kaldı. Farklı olarak, yazar yıllar sonra bir gazete yazısında bölgenin eğitim seviyesinin hala düşük olduğunu okur. Bir gazete kupürü sosyaldir. Süpermarketin ön cephesine katranla boyanmış “Para, mülk ve devlet, ırk ayrımcılığının üç direği” yazısı sosyaldir. “Kafası karışmış” yaşlıları kabul etmeyen hastanenin dili de sosyal. Ancak yazarın annesinin son iki hatırası olan altın tas ve baca temizleyicisi heykelciği kişiseldir. Yaşlı kadının bir gün öleceğini fark etmesi, bunu kendi zihinsel formunda yazması kişiseldir. Dolayısıyla yazarın annesiyle ilgili anlatısı, hem bireysel hem de toplumsal olanın aynı potada eridiği bir bellek yaratma çabasıdır:
“Annem hakkında yazıyorum çünkü onu doğurma sırasının bende olduğunu düşünüyorum.” (s.29)
Mesajlaşma sorunundan ve genel tabirle ‘edebiyatları bozma’ sorunundan arınmış olan metin, aslında bir hanımı anlatırken iki hanımı, iki hanımı anlatırken kadınlığı ifade etmektedir. Burada rol değişikliği bir kelime bahsidir. Birincisi çocuk olan yazar ve sonra anne. Kızı, annesinin annesi olmak zorunda kalmıştır ve yavaş yavaş bilinç kaybı karşısında, onu bu dünyaya, hayata bağlayan tek bağın yavaş yavaş kırılmasını yaşar. Anne-kız ilişkisi durağan bir seyirde akmaz, zamana ve koşullara göre değişir ve şekillenir. Muharrir bazen annesini hiç özlemese de onu görmenin kendisine yakıştığını belirtir. Ne kadar basit anlatılırsa anlatılsın, anne-kız ilişkisi tüm olumlu ve olumsuz gerilimleriyle mit, kişilik ve toplumsallığın iç içe geçtiği karmaşık bir yapı sunar. Ernaux, kadınlık kavramını bu yapı üzerinden inceler.
“Evden çıkmak için can atıyordum. Beni Rouen Lisesi’ne ve daha sonra da Londra’ya göndermeyi kabul etti. Onunkinden daha uygun bir hayata sahip olabilmem için benden farklı kalmak için bile her türlü fedakarlığı yapmaya hazırdı. Gözden uzak, bana yasakladığı her şeye daldım; Sonra karnımı doyurarak ve ardından gözlerim kararana kadar haftalarca yemek yemeyerek özgürlüğümün tadını çıkardım. Aramızdaki anlaşmazlıkları unuttum. Edebiyat Fakültesi’nde okurken zihnimdeki görüntü bağırışlardan ve şiddetten arınmıştı. Sevgisinden ve bu adaletsizlikten emindim: Oditoryumda oturup Platon dinleyeyim diye sabahtan akşama kadar patates ve süt satıyordu.” (s.42)
Görüldüğü gibi bir kadının okuması, bir başka kadının hayatını işine adaması ile eşdeğerdir. Yazarın da belirttiği gibi, almaktan çok vermeyi seven bir kadın. Ernaux da yazmayı bir verme biçimi olarak gördüğünden, bu anlatıyı 1986-1987’nin ortasında on ay boyunca yazdı. Bu anlatımla birlikte arka planda Fransa’nın asırlık tarihine değinen yazar, metnini “belki de edebiyat” olarak adlandırır ve kitabını “sosyoloji ve tarih arası bir şey” olarak tanımlar. Annesine bu dünyada daha az yalnız ve daha az yapay hissetmesi için yazdı. Bu sayede edebî kalıpların ötesinde çağdaş bir ağıt sunar okuyucuya.